Üç milyon dokuz yüz liraya on iki porselen tabak,gelin.!… gelin!… gelin!… Esmer,hafif kıvırcık saçları, ince orta boyda genç bir delikanlı sokağın bir ortasına,bir kenarına doğru,bazan diğer sokağın köşesine doğru hem yürüyor,hemde bağırıyordu. Arada arapça sözlerde karıştırıyordu,söylediklerine. Elinde iyi kalitede beyaz yuvarlak büyük,köşesinde pembe minik çiçekleri olan porselen tabağı yukarı,aşağı,sağa,sola sallıyordu. Seslendim,bakar mısın?Sesimi duyunca yüzünü döndürdü,tabaklarınız nerede diye sordum,sokağın diğer köşesini gösterdi. Orada beyaz orta boy münibüse benzer bir araba duruyordu. Yanıma elli Türk lirası alıp apartmandan çıktım. Birlikte münibüse doğru yürüyerek geldik, münibüsün arka kapısını açtı,büyükçe bir kutuyu aşağıya indirdi .
Ne kadar bu kutunun tamamı, içinde kaç parça var diyerek sordum. üçmilyon dokuzyüz lira dedi. Nasıl yani? Eski Türk para birimine göre mi,yeni Türk para birimine göremiydi?
Elimdeki elli Türk liramı,uzattım,neyi nasıl alacaktı,bana nasıl satacaktı,kırk Türk lirası olabilirdi on iki porselen tabak,fakat bana gösterdiği kutuda daha fazlası var gibiydi,her halde içinden on iki tabağı ayırıp bana verecekti, porseleni,şeklini beğenmiştim. İnce zarifti.
Kendisine uzattığım elli Türk lirasını eline aldı,cebinden yüz Türk lirası çıkarıp bana uzattı,kutuyuda gösterip alın dedi. Bir anda şaşırmıştım, nasıl yani diye sordum. Elli Türk lirama karşılık, hem bir kutu porselen tabağım olacak,hemde yüz Türk liram olacaktı. Sen arap ısın diyerek arapça sordum,gözleri parladı, sanki ülkesindeymiş gibi hissetti kendini bir anda evet dedi, Nereden geldin? Suriyeden dedi.
Şimdi beni iyice dinle, senin bana verdiğin para benim paramın iki katı değerinde, sen bana paramın üstü gibi veriyorsun, oysa benim sana verdiğim para bunun yarısı kadar. Sen Türk para değerini bilmiyorsun. Daha öncede böylemi satmıştı? Genç şaşkın, panik halde,şöforün Türk olduğunu,onunla konuşmam gerektiğini söyledi, bir anda kafası karışmıştı. Biz yarı Türkçe, yarı Arapça anlaşamıyorduk. Şöfore durumu anlattım, oda arapça ,gence anlatmaya çalışıyordu.
İstanbuldan mal almış, onu nakite çevirip Suriyeye döneceğini, onun için bunları sattığını ,kutudaki porselenlerinde fiyatının üçyüz doksan Türk lirası olduğunu söyledi.
Suriyeli gencede nasıl söyleyeceğini ,ve benim söylediklerimi sil baştan anlattı. Gencin bir anda sevinçten gözleri parladı, yaptığı yanlışlığın farkına varmıştı, şükran,şükran, şükran diyerek,minnettarlığını nasıl ifade edeceğini bilemiyordu. Israrla bana beğendiğim porselen takımı vermek istiyordu,para değerini bilmediği için ben alamam dedikçe, fakirmisin diye soruyordu. Bir anda münibüsten ard arda kutular indiriyor , üst üste yığıyordu, hepsini aynı fiyata veriyorum. Hediye ,hediye, hediye.. porselen yemek takımı, mini fırın,tencere seti, çaydanlıklar üst üste yığılıyordu. İşte o an vicdanımve önümdeki yığılmış eşyalar, nasıl bir sınavdı bu allahım demekten kendimi alamıyordum. Bu arada satılık eşyaları görmek için insanlarda etrafımızı sarmışlardı, onlarda şaşkındı. Genç sen çok iyisin, hepsini al diye arapça yalvarıyordu. İçim titredi bir an, acaba kaç kişi elinden almıştı bu şekilde eşyalarını
acaba? Hayır dedim benim dört yüz Türk liram yok onun için alamıyorum. Ben sadece on iki düz tabak almak için çıkmıştım. Fakirsin,fakirsin,fakirsin diyerek eşyaları münibüsten indiyor, al,al,al üç milyon dokuzyüz liraya hepsini veriyorum,sen fakirsin. Öyle üzülmüştüki sen dürüstsün,bana söylemeden alabilirdin fakat sen böyle yapmadın diyerek arapça tekrar tekrar beni mutlu etmek,minnnet borcunu ödemek istiyordu.
Bu konuşmalarımız arasında,şöfor elinden elli Türk liramı alıp bana vermişti. Elli Türk lirasını göstererek bunun gibi sekiz tane olmalıki ben bu porselen yemek takımının tamamını alabileyim. Düşündü, üzüldü, anlamıştı ,fakat üst üste yığdığı bütün eşyaları almamı öyle çok istiyorduki.
Porselen tabaklarım olamamıştı,ama kalbim huzurluydu. Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma sözünü çok seviyorum. Sevdiğim sözü önce kendimle bütünleştirmeliyim ki kendime hesabım kolay olsun.